“HER YENİLİK İYİ MİDİR? YENİ OLANIN DEĞİŞTİREN, DÖNÜŞTÜREN TARAFI HER DAİM FAYDALI MIDIR? YENİ, ESKİYİ YIKARAK, YOK EDEREK Mİ YER BULMALIDIR HAYATLARIMIZDA?”
Bayram sabahları başucuna bırakılmış hediyeyle uyanmaların zamanından geliyorum ben. Bayramların bayram gibi kutlandığı zamanlardan. Hasret gidermelerin, dargınlıklara son vermelerin, birbirimizin gerçekten gözünün içine bakmaların, gerçek ve katıksız bir şefkatle başının okşanıp, sırtının sıvazlandığı zamanlar… En büyük hazinenin, anneannenin o enfes kokulu tel dolabında saklanan akide şekerlerinden sadece bir tanesine sahip olmakla sınırlı olduğu şahane yıllar… Eğer iki şeker istersen, ikinciyi kime vereceğinin sorulduğu; paylaşmanın, dayanışmanın, çalışkan ve dürüst olmanın kutsandığı, temiz ve özenli giyinmenin, pahalı ve “marka” bir giysiden üstün sayıldığı ışıl ışıl zamanlar.
Kendi sokağında değil de arka sokakta oynuyorsan, bir teyzenin camdan kafasını uzatıp “Annenin haber var mı çocuğum?” diye sorduğu, acıkan çocuğuna pencereden sepetle salçalı ekmek sarkıtırken çocuğunun arkadaşlarını asla atlamadığı yıllar… Sokakta oynamanın lüks değil normal olduğu zamanlarda; oyun kuran, oyun oynayan, akşama doğru annen pencereden seslendiğinde “Beş dakika daha!” pazarlığı yapan çocuklardık. Hayatı sokakta öğrenen çocuklar. Ya da sokağı hayat belleyen. O sınırsız oyun evreninde elindeki tek malzeme hayal gücü olan bir kuşak… Dilimizin her mecrada özenle kullanıldığı, dil özenli olunca davranış biçimlerinin de özenli olduğu zamanları gördük. Mahalle delikanlısının da siyasetçinin de diline, kültürüne, birbirine sahip çıktığı zamanları yaşadık. Vazgeçmişliğin değil idealizmin sarıp sarmaladığı, herkesin inandığı davanın gerçek savunucusu olduğu, bu yüzden de eğitimin, okumanın, birikimli olmanın her şeyin üstünde değer gördüğü yıllardı. “Ne olacaksın bakalım büyüyünce?” sorusuna “Feride olacağım” diyen bir çocuktum ben. “Feride de kimmiş bakalım?” diyene cevabım hep hazırdı: “Reşat Nuri’nin Çalıkuşu adlı eserini okumamış olamazsınız sanırım.” Bize romanı okutan öğretmenlerimiz, Feride’nin kırgın aşkını arka plana atar, idealist bir köy öğretmeni olmasını işaret ederlerdi. Dolayısıyla, “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” sözü hepimizin kalbine kazınmış bir ilke oldu.
Sonra bu kuşak zor, ağır, şaşkınlık veren dönemeçlerden geçti. “Yeni yeni” şeyler oldu hayatlarımızda. Ve doğal olarak “yeni”nin dönüştüren, değiştiren tarafına direnemedik. Günde birkaç saatlik yayınla hayatımıza giren siyah-beyaz televizyonla başlayıp, bugün artık bir mobil telefonla dünyaya açılabildiğimiz günlere geldik. Artık daha kalabalık ama daha yalnızız. Bu kuşağın üzerinden darbeler, yıkılan sistemler, televizyondan izlenen savaşlar, yeni para birimleri, yeni teknolojik gelişmeler, yeni bakış açıları, yeni düşünce biçimleri, kentsel dönüşümler; siyasi, toplumsal, ekonomik krizler geçti, geçiyor… İçimi döktüğüm bu yazıdan yeniye, yeniliğe kapalı biri olduğum sonucunun çıkmasını istemem. Öğrenmeye, yeniliklere hep açık, merak duygusunu hiç örselememeye çalışan biriyim. Ama şu soruları sormadan edemiyorum: Her yenilik iyi midir? Yeni olanın değiştiren, dönüştüren tarafı her daim faydalı mıdır? Yeni, eskiyi yıkarak, yok ederek mi yer bulmalıdır hayatlarımızda? İçine doğup büyüdüğümüz mahallelerimizde yükselen bilmem kaç katlı soğuk binalar, sevgili Burak Aksak’ın deyimiyle, kentlerin mezar taşları mı olmuştur artık? Kimsenin kimseyi tanımadığı, hatta tanımaya niyet etmediği o koca binalar, alt kat komşumuzun vefatını aylar sonra duyduğumuz bir yalnızlar cehennemine mi dönmüştür bu “yeni” dünya düzeninde?
Artık vapurda, dolmuşta, metroda kimse kimseyle sohbet etmiyor. Elindeki telefondan başını kaldırıp kimse kimsenin yüzüne bakmıyor mecbur olmadıkça. Kimse kütüphane kokusu bilmiyor artık. Her konuda arama motorlarından fikir ediniyor, edindiğimizle yetiniyoruz. Ambalajın içindeki, ambalaj kadar önem taşımıyor neredeyse. Yaşam koçlarımız, terapistlerimiz, “personal trainer”larımız olmadan yol alamıyoruz. Hepsi, özenle imal ettiğimiz yalnızlık tacımızın montürlerine yerleştirdiğimiz imitasyon birer taş aslında... Güzel ışık ve göz alıyorlar ama kıymetleri tartışılır. Kızmayın bana. Umutsuz değilim asla. Uyumsuz da değilim. Üzgünüm biraz bu yeniye yapılan güzellemelerin yarattığı hoyrat iklimden. Umutluyum. Çünkü umutsuzluk özümüze aykırı.
Gençlere güveniyorum. Onların kendilerini ifade etme biçimlerine, hemen hepsinin birer dünya vatandaşı olma yolculuklarına; daha yargısız, daha öfkesiz, daha özgür oluşlarına... Benim kuşağımda sözü bile edilemeyen cinsel yönelim meselesini özgürce ve açıkça dünyaya haykırmalarına. Bu sayede dünyada çok önemli bir farkındalığın oluşmasına yaptıkları katkıya bayılıyorum ve büyük saygı duyuyorum. Metaverse’de kendi avatarlarını yaratıp, günü geldiğinde hayallerinin peşinde koşacaklarından bahsetmelerini ilgiyle dinliyor, anlamakta çok zorlandığım bu mesele hakkında onlarca soru soruyorum onlara. Ancak tüm içtenliğimle itiraf etmeliyim ki, içine doğduğum dönemle bugün gelinen nokta arasındaki uçurum, o büyük makas açıklığının bugün değilse bile önümüzdeki on yıl içinde beni sıkıcı bir “boomer” yapma olasılığı çok yüksek. İşte bundan çok korkuyorum. Yeniye direnmeyeceğim muhakkak da, yeniye yenilmeyeceğimden emin değilim. Ama tekrar ediyorum: Ben gençlere güveniyorum. Bu cümleyi gençken çok az duymuş bir kuşaktan gelmeme rağmen üstelik. Gençlere güveniyor ve sevgiyle selamlıyorum hepsini.
Comentarios