top of page

Ne Gelirken Sordular, Ne Giderken Haberin Olacak



İnsan olmanın, insan olduğunu hissetmenin en temel taşı, önkoşulu, olmazsa olmazı nedir? Bu sorunun yanıtları kişinino gün, o saat, o an nasıl bir ruh halinde olduğunun da aynası olacaktır. Mesela, “aşk, sevgi, şefkat, merhamet” gibi pozitif duygular mı? Ya da güç göstergesi sayılabilecek “öfke, zorbalık, nefret” gibi şiddete meyilli negatif duygular mı? Belki dekişinin insan olduğunu hatırladığı ve bir “büyük güce sığınma” gereksinimi duyduğu “korku, üzüntü” gibi duygular içinde kendini yolun sonunda, “dipte, aciz ve küçük” hissettiği anlar mı? Ki bunların tamamını; insanların karşı karşıya kaldıkları etkilere karşı ürettikleri “negatif ya da pozitif” duyguların sel suyuna kapıldıkları en doğal en insansı durumlar sayabiliriz.Oysa insan olduğunu hissetmek değil işin özü.Genel anlayışa göre bir insan olarak bizi çoğu canlıdan ayıran, farklı kılan en temel özellik “düşünmek” ve daha da önemlisi “ölümlü olduğumuzu bilmek.” Yani duygularla değil mantıkla konulara yaklaşmak. İşte o zaman bir şeylerin gerçekten “farkına varmaya” başlayabiliriz. “Farkına varmak”, “fark etmek”, “farkında olmak” kısaca “farkındalık” üzerine ahkam kesmek için çeşitli duygularla “an tepkisi gösterme” yerine, analitik bir yaklaşımla “mantık yürütme, düşünme” temelli hareket etme bizi endoğru yola yönlendirecektir. Elbette “duygusal tepki” tuzağına düşmeyelim derken “akıl oyunları” içinde kaybolma ihtimalini de göz ardı etmemek koşuluyla.Peki, “ne için” ve “neyin farkındalığı?” “Farkında olmanın dayanılmaz hafifliği” mi yoksa “zamanı yavaşlatmanın en kısa yolu” mu işin cazibesi?Rivayet odur ki koca evrende bir toz tanesi kadar yer tutmayan şu kadar milyar yıllık bu mavi dünyamızın nefes alan hiçbir canlısının ömrü de, uçsuz bucaksız olduğu varsayılan uzay evreni için pek de kayda değer uzunlukta değildir.


Hayat gerçekten çok kısa ve tek gerçeklik; “bir kısır döngü çerçevesinde süregelen devamlılık zincirinin”, bir nokta kadar bölümünde bir sonraki noktaya vesile olmak ya da olamamak... İşte işin sırrı burada; “iki nokta arasında - birisi doğumsa diğeri ölüm - sıkışıp kalmak” ya da kendinin farkında olarak “bir günün yirmi dört saat değil yaşadığın kadar” olduğunu bilmek.


Tatlı tatlı esen “bir ilkbahar rüzgarının rengi” ile ortalığı kasıp kavuran “bir fırtınanın rengi” aynı olabilir mi? Yeni bir günün müjdecisi olarak “doğan güneşin ufukta yarattığı kızıl okların sesi” ile temmuz sıcağında en tepede tüm haşmetiyle tarlada boynunu bükmüş ekinleri yakıp kavuran “güneşin sarı sıcak ışıklarının sesi” aynı olabilir mi? Toprağa düşerek tohuma hayat veren can suyu ile sıkı bir yağmur sonrası her şeyi silip süpüren sel sularının kokusu aynı hissi yaratabilir mi?


Elbette bu örneklerin düşündürdüğü şeyler her kişi için kendi yaşanmışlıkları nedeniyle ayrı görsellerle düşecek zihnilere. “Aslolan miktar değil dozdur...” diyenler gibi duyar gibi mi? Kendinin farkında olmanın aşırı dozu insanı “narsisizm”e götürürken “şimdinin”, “an”ın farkında olmanın aşırı dozuinsanı “hayalsiz, yalnız, tek başına” bırakabilir. Ki bütün bunlar Murat Hasarı’nın kendi farkındalığı, kendi tecrübeleri ve kendi çıkarımları olup kimsenin umurunda da olmayabilir. Herkesin kendi farkındalığı, kendi deneyimleri; kendi yolunun sonundaki kendi mezarının taşında yazılı metni oluşturacaktır. Ya da sadece doğduğu ve öldüğü iki tarih yazacaktır.


“Sonsuz evrende” çok da bir önem taşımayacağını bilerek ama yine de “yaşadığın şu kısa dönemi”; önce kendinin ve sonra dokunabildiğin diğer canlılar için değerli, duyarlı, “sevgi ve aşk dolu” kılabilmek insan olmanın, insan olduğunu “hissetmenin en güzel hali” olacaktır. Ki hayat gerçekten kısa ve kaybedecek bir “an” bile yok.

Unutmadan, ilk yaşını kutlayan “Ezgi” isminde güzel bir bebeğin kulağına doğum günü hediyesi olarak fısıldadığım bir şarkımdaki sözlerin ilk satırlarını hepimiz için tekrar etmekte fayda var:


Ne gelirken sordular,

Ne giderken haberin olacak.

İki nokta arasında

Birisi doğumsa diğeri ölüm.

Sıkışıp kalma sakın.

Comments


bottom of page