top of page

Bilinçli Yaşamak: Ayşen Şahin

Bazen bir köşe yazısında bazen bir televizyon programında bazen de bir kitapta kendi hikâyesini anlatan, onu anlatırken de aslında “bizim” hikâyemizi yazan gazeteci ve yazar Ayşen Şahin’e göre “barış hayatı sorgulamakta saklı” ve “farkındalık acı verdiği kadar barışa da yaklaştırıyor insanı.” Şahin’le hayata dair derin bir sohbete daldık.



Triko / Sweater: Massimo Dutti

Pantolon / Pants: Vivienne Westwood



Bu röportaj için araştırma yaparken senin köşe yazılarını tekrar gözden geçirmek istedim. Genelde toplumsal olaylarla ilgili yazdığın için son dönemdeki dönüşümü, özellikle de sosyal medyanın bilinçli bir dezenformasyon alanı olarak kullanıldığını fark etmek insanı umutsuzluğa itebiliyor. Motivasyonunu kaybettiğin oluyor mu yoksa yazmak bir direniş mi?


Sosyal medya, sadece bizde değil tüm dünyada insanlığın farklı bir yüzünü ortaya çıkardı: Yüz yüze bakmadığında kalbindeki kötülüğü çok kolay ortaya koyabilme yeteneğini. Bile isteye birini üzme arzusunu. Şiddetin artık bir alt başlığı da “dijital şiddet”. Buna insanların birbirine sosyal medya üzerinden yaptığı zorbalık da dâhil. Birçok ülke, müfredatına dijital okuryazarlık eğitimi koymaya başladı. Bu eğitim, düşüncesizce yazılmış metinlerin, şakasına üretilmiş görsellerin nelere yol açabileceğini de insanlara öğretiyor. Yalan haber, hakikatten yedi kat hızlı yayılıyor. Tüm dünyada artık popülist liderler, ayrımcı söylemler, yabancı düşmanlığı, zorbalık, şiddet yükselişte. Aydınlanma çağının tersini yaşıyor gibiyiz; nobranlık, vasatlık, hodbinlik yaygınlaşıyor. Öte yandan tehlikeyi işaret etmek, bu çağı anlamlandırmaya çalışmak; iyiyi, doğruyu, güzeli hatırlatmak da boynumuzun borcu. Bizim topraklar, mucizelere açıktır. Şimdilerde insanca bir yaşamı yeniden tasvir etmeye çalıştığımda, asgari ücretli bir insanın da ailesiyle konsere, tatile, restorana, tiyatroya gidebilmesi gereğini anlatmak istediğimde, her gencin sırt çantasıyla dünyayı gezebilmeyi talep edebileceğini ve buna ulaşması gerektiğinden bahsettiğimde, emekliliğin yaşlılık, yoksunluk ve yoksulluk değil, ikinci bahar anlamına geldiğini söylediğimde “hayalperest” diyorlar, gerçekçi olmamakla suçlanıyorum. Oysa çocuksu bir hayalperestlik değil bu, emek verildiğinde gerçeğe dönebilecek bir umut. Motivasyonun çoğunu, dışarıda değil, kendi içimde arıyorum uzun zamandır ya da yakın geçmişte. Bir zamanlar neysek yine o olabiliriz diye. Öte yandan hâlâ çok iyi insanlar var. Bu kötücüllüğün, alaycılığın popülaritesi içinde hâlâ elindeki tüm mecraları iyiliği yaymak, başkalarına derman bulmak, tutunacak dalları işaret etmek için kullananlar var. İyi okurlar var. Bizi yazı birleştiriyor. Karanlık kuyuda birbirimize ip uzatır gibi bir his

aynı duygularda, aynı bakış açısında buluştuğumuzu görebilmek. Birbirimizi buldukça kalabalıklaşıyoruz. Ne kadar kalabalık olursak o kadar dirençli oluruz.


Tezer Özlü’nün “Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır,” Ahmet Uluçay’ın “Çekmeseydim delirirdim” dedikleri sancıyı hiç hissediyor musun? Üretmek aynı zamanda fark edilmek de demek. Sadece “Ben buradayım değil, aynı zamanda “Bakın burada böyle bir sorun var” diye işaret etmek. Toplumsal farkındalığı artıran en önemli şey hâlâ yazı. Bu konuda ne düşünüyorsun?


Ben de Cesare Pavese’den bir alıntı ile başlayayım o zaman: “Yazmak güzel bir şey çünkü kendi kendine konuşmak ve bir kalabalığa konuşmak gibi iki zevki birleştiriyor.” Yazarken aslında ilk farkındalık kendimde ortaya çıkıyor. Bazen bir düşünce, bir olay üzerinden yazmaya başlıyorum, makaleler okuyorum, aklımda kalan satırları kitaplarda yeniden arıyorum, yazıp üzerine yatıp kalkıp bir daha bakıyorum, çok düşünüyorum. Ve arada başlayacağımı sandığım noktadan çok uzak bir fikirde bitiriyorum yazıyı. Kendimin de farkına yazarken varıyorum bazen. Bir konuyu kaleme aldığımda çözüm işaret etmeden yazıyı bitirmiyorum. O çözümü bulmadan o konuyu yazmıyorum. En büyük hastalığımız “analizcilik”; hepimiz analiz deryasında boğuluyoruz. Tespitler, teşhisler... Kimse çıkışı aramıyor gibi, kimse çıkış yollarına kafa yormuyor gibi. En çok buna dikkat ediyorum: Ne yapmalı, nasıl yapmalı, durum bu ama tersi nasıl olmalı... 19. yy’dan modern psikolojinin önemli aktörlerinden William James, farkındalığı şöyle tasvir ediyor: “Dağılan dikkati bilinçli bir şekilde, üst üste defalarca toparlayabilme kabiliyeti, muhakeme, karakter ve iradenin temelidir.” Bu tanımı aklımdan çıkarmıyor, yazıya otururken akışa kapılmamak, analizcilik hastalığına yenik düşmemek için irade göstermeye, dikkatimi toparlamaya çok uğraşıyorum. Öte yandan kabul edelim ki farkındalık acı veren bir kavramdır genelde. Irvin D. Yalom’un “Nietzsche Ağladığında” kitabında geçer: “Ümitsizlik, öz farkındalık uğruna ödenen bir bedeldir.” Tam da bu yüzden, ümitsizliği alevlendirmemek için muhakkak bir çıkış yolu fikri bulmaya çalışırım. Farkındalık bu çağda toplum için hayati, bireyler içinse acı verici, yorucu ve dramatik. Ümitsizliğe ne kadar panzehir bulabilirsek o kadar iyi.






Yeni nesil yedi satırdan uzun bir metni okuyamıyormuş. Sen okuyucu dinamiğini en çok fark eden isimlerden birisin. Okur profilini nasıl değerlendiriyorsun?


Basılı gazete okuru ile dijitalden haber okuyanlar arasında çok fark olduğunu düşünüyorum. İnternet ve iletişim çağı sadece alışkanlıklarımızı değiştirmekle kalmıyor anatomimiz bile değişiyor. Evrim için çok kısa bir sürede baş parmaklarımızın uzayacağı, boyun yapımızın değişeceği konuşuluyor. Günde ortalama yedi saati telefona bakarak geçiren kuşağın her manada evrim geçirmesi olağan. Basılı gazete okuru ya da iyi kitap okuru ise yazarı tanıyor ve seviyorsa ya da kitabın diline kapılırsa uzunluğu zaten önemsemiyor. Onlar; gördüğü, denk geldiği için değil zaten isteyerek, arzu ederek okuma eylemindeler. Kendi adıma okuyucularımdan razıyım. Her cumartesi e-postamda basılı gazete okurlarından gelen yazıyla ilgili geri bildirimler bulurum. Sosyal medyada benden önce yazıyı paylaşan muhakkak olur. On seneyi geçti Evrensel’de yazmaya başlayalı, aylar oldu köşem pazardan cumartesiye taşınalı. Ama bazı okurlar hâlâ pazarları okuyor, bozmuyor alışkanlığını. Bu da beni en çok onurlandıran şey oldu. Birilerinin alışkanlığı olmak, hayal bile edemeyeceğim bir durumdu.


Hayvan hakları ile ilgili son zamanlarda çıkan tartışmalara nasıl bakıyorsun?


Bu ülke için çok kritik bir durumdu, katliam yasasının meclisten geçmesi. Yine yaratılan dezenformasyon ile insanların sokak hayvanlarının canlarına ulu orta kastetmesi ya da seçilmiş görüntülerin servis edilmesiyle ortalığın vahşete dönüşmesi, barınakların hali derken yaşadığımız kötücül dönemin yeniden ilamı oldu. Ama bir yanı daha vardı. Bu ülkenin insanları olarak bir zamanlar dünya bizi “misafirperver, hoş görülü, neşeli, muzip” gibi sıfatlarla tanır, anardı. Yedirmeyi, ikramı çok sever, kapılarımızı sonuna kadar açardık. Mutluluğumuzun bir ölçütü, mutlu edebilmekti. Sonra ayrıştık, birbirimize düştük. Çıkarcılık yükselen değer, iyilik enayilik addedilir oldu. Yabancı siteler hakkımızda uyarılarla doldu: Mutlaka pazarlık edin, taksilere duraktan binin, çantanıza mukayyet olun, tartışmalardan kaçının, konaklama için turistik bölgeleri tercih edin vesaire. Hakkımızda ortak tek iyi kanaat şuydu: “Türkiye’de adım başı sokak hayvanına rastlayacaksınız. Hayvanları çok severler.” Mesela bir kedi bacaklarımıza dolandığında, bir köpek patisini dizimize koyduğunda insanlığımızı hatırlıyorduk. Bu şiddete yol açıldığında insanca bir yaşama dair elimizdeki son iyiliği de kaybettik. En sesi çıkmayanı, ayrıştıracak kimliği bile olmayanı, en mazlumu koruyamadık. Yani aslında tek koruyamadığımız onların canları değil, bizi bir arada tutan son kıymetli bağı da kaybettik. Bu yüzden yenilgiyi hiç kabul etmeden; şefkat yoksunu, öfkeli, sevgi tanımaz insanlara dönüşmemek için, ortak değerleri olan toplum vasfını kaybetmemek için, hayvanların yaşam haklarını savunmaya devam etmek gerekiyor. Yoksa iyice paslı çiviler gibi saçılacağız ortalığa.


Farkındalığımızı artıracak en önemli şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?


Dinlemek, anlamaya çalışmak, sorgulamak, sormak ve buna sürdürülebilir şekilde devam etmek. Öngörülü kabule yenilmeden, yani “Olmaz, yapılmaz, yaptırmazlar, dinlemezler, değişmez” demeden, ütopyalarla bağımızı kesmeden, hayal kurma reflekslerimizi kaybetmeden, insanca bir yaşamdan beklenti çıtamızı aşağıya çekmeden, olması gereken üzerine yazmaya, okumaya, çizmeye, sahnelemeye, konuşmaya devam etmek. İlk gördüğüne, duyduğuna inanmanın kolaycılığına, kendi konfor alanının uyuşturuculuğuna kapılmadan, cehaletin rehavetine teslim olmadan, insanı diğer canlılardan ayıran şeyin sorgulamak olduğunu hiç unutmadan; hakikatin, evrensel değerlerin, gerçeğin peşine düşmek. Farkındalığın yarattığı kalp ağrısını, vicdan yarasını, iç sıkıntısını at gözlükleriyle gezip benden sonrası tufan mantığına sığınmaya tercih etmek, ikna olmadığımız hiçbir şeye eyvallah dememek gerekiyor. Çünkü insanlık onuru bunu gerektiriyor.


“Olay Şöyle Oldu” kitabında, “İnsanın zamanla savaşı da kendiyle savaşı da yıpratıcı. İnsan kendisiyle, zamanla, hayatla ve insanlarla barışık olunca ancak görebiliyor yol kenarında bitiverecek papatyaları” diyorsun. Barışmak senin için ne ifade ediyor?


Felsefenin ortaya çıkışı insanın yaşamı sorgulamasıyla oluyor. Hayatın anlamı ne, ahlak nedir, iyilik nedir, erdem nedir, insan neden yaşar? Var olan her şeyin kaynağını, anlamını ve nedenini düşünme işi. Çok uzun yıllardır toplumun büyük kesimi bu sorgulamayı yapamayacak kadar dar bir alana hapsoldu, yaşamak

yerine hayatta kalmaya çalışıyor milyonlarca insan. Sorsanız neydi hobisi, tutkusu var mı, âşık mı, en çok hangi çiçeği sever, ezberinde iki dize şiir çıkar mı, unutmadığı bir replik, gitmeyi planladığı bir ülke, görmek istediği şehir hangisi? En sevdiği ressam kimdi peki; ya en son sahnede dinlediği şarkıcı? Soramazsınız bu ülkenin büyük yüzdesine, dolaplarında yarım margarin ve tek yumurta varken ayıp olur. Hâlâ kazancı olansa deneyime, gelişime, dönüşüme, paylaşıma, dayanışmaya değil hunharca tüketmeye harcıyor. Kendinden geçiyor, kendini kaybediyor, gerçekte kim olduğunun farkında mı? Zamanı yakalamak için koşmak, kendini sürekli sınavlara sokmak, insanlarla bağı koparmak bizi zorlu bir yaşam savaşı içine sokuyor. Savaş, barışın karşıtı. Barış bence hayatı sorgulamakta saklı. Bazen bu çılgın akıntıya kapılmak yerine durup nefes alıp kendini dinlemekte saklı. Gerçekten ne istiyorduk bu hayattan, neydi bizim için amacı? Bu neyin savaşı? Yani farkındalık acı verdiği kadar barışa da yaklaştırır insanı. Hayatın ne kadar büyük, doyumlu, güzel bir şey olabileceğinin farkındalığı getirir ancak barışı.


RÖPORTAJ / INTERVIEW: EBUBEKİR ELKATMIŞ

FOTOĞRAF / PHOTOGRAPHY: ONUR EŞİYOK

FOTOĞRAF ASİSTANI / PHOTOGRAPHY ASSISTANT: YUNUS YILMAZ

STYLING: TOPRAK EREN GÜLDURAN

STYLING ASİSTANI / STYLING ASSISTANT: ZEYNEP GENCERSAÇ

MAKYAJ / HAIR, MAKEUP: ONUR BAYRAM

Comments


bottom of page